Bir öğretmen neden işinden atılır, neden çamurun içinde jandarmalardan saklanır, neden bir mülteci botuna biner, neden Almanya’ya iltica eder. Sıradanlaşan acı bir hikaye..
Sevinç Özarslan
BOLDMEDYA/ÖZEL
Tarih öğretmeni Sevda Kıran ve sağlık sektöründe çalışan eşi Hüseyin Kıran, KHK ihracıyla başlayıp hapishaneyle devam eden süreci yaşayan binlerce aileden biri. Hüseyin Kıran 2 Eylül 2016’da gözaltına alındı, 4,5 ay hapis yattı. Tahliye olduktan bir ay sonra 10 Şubat 2017’de eşi gözaltına aldı. Suçlamalar; Bank Asya, Bylock ve kızları Sibel’i Gülen Cemaati okulunda okutmaktı…
KHK’yla ihraç, ardından gelen gözaltılar, hapisler, davalar, itirafçı beyanları sonunda Türkiye, Kıran çifti için sosyal ölüm merkezi haline geldi ve bir sabah Almanya’da mülteci kampında gözlerini açtılar.
Sevda Kıran’a Türkiye’de 7 yıl hapis cezası verildiği gün, Almanya’da iltica başvurusu kabul edilip oturum verildi.
***
ANNE BABAMA NE YAPACAKLAR?
İlk KHK listesi yayınlandıktan sonra hemen o günün sabahında evimize polisler geldi. Ben okula gitmiştim. Eşim ve kızım evdeydiler. Çok zaman geçmeden eşimden bir telefon geldi. “Acilen eve gel, misafirlerimiz var.” dedi yarı titrek bir ses. Arabayı nasıl sürdüğümü, kaç kilometre hızla gittiğimi siz tahmin edin. Bizim eve yakın oturan ablamları aradım yolda. Telefona çıkan eniştem, “O misafirler bizde de var.” deyince o zaman anladım eşzamanlı bir operasyon olduğunu. Samsun’un plaka numarası 55 olduğu için 55 eve baskın yapılmıştı. O günden sonra her cuma 20 kişiyi gözaltına aldılar. Samsun, Manisa, İzmir… polislerin tabiriyle “güzel iş yapan” şehirlerdi.
Eve vardığımda 4 polis her yeri talan etmiş, taş üstüne taş bırakmamıştı. Etrafa saçtıkları eşyaların üstünden sıçraya sıçraya geçtim. Eşim şok geçirmişti. Kızımın odasına ise henüz girmemişlerdi, çocuk uyuyordu. Müsaadeyle kızımı evden çıkarmak istedim. Genç polis buna izin vermedi. “Onu suç işlemeden önce düşünecektin.” dedi. Terörist muamelesiyle ilk orada karşılaştım. İnsan kendinden şüphe ediyor, ben ne yaptım ki bana terörist diyorlardı. İtiraz edince aramızda münakaşa çıktı. Yaşlı polis, “Tamam çıkartsın.” dedi. Kızımın gözlerini kapata kapata komşuya götürdüm. Sibel henüz 11 yaşındaydı ve çok korkmuştu.
Eşimi kelepçelemeye kalktılar. Yine itirazlarım netice verdi. 3 polis nezaretinde asansörle aşağıya indiler. Ben de 9 kat merdiven inerek onlara yetiştim. Bir polis de benimle indi. Son kez eşimi göreyim, ona moral olayım, bir kez daha teselli edip sarılayım dedim. “Dik dur, geçecek bu günler” dedim. Yanında bir damla gözyaşı dökmedim. Ama onu alıp götürdüler ve arabayla uzaklaştılar ya… Öylece arkalarından bakakaldım ve ağlamaya başladım.
AVUKAT: EŞİN TERÖRİST OLABİLİR, HABERİN VAR MI?
Yavrum gözyaşlarına boğulmuştu. Defaatle, “Anne babama ne yapacaklar?” diye sordu. Bunun tesellisi olur mu… Ne desem boş. Sağolsun komşular, ‘biz sizi biliyoruz, onu bırakırlar, adam ne yaptı ki…’ dese de sitedeki diğer komşulara karşı çok rencide olmuştum. Tekrar okula dönüşüm, kızımı anneanneye bırakışım, gözyaşları içinde gece 9-10’a kadar dağıtılan, darma duman olan evi(mi) toplayışım, boynu bükük kalışımız…
Hemen avukat aramaya başladım. Avukat aşaması ayrı bir ızdırap, trajediydi. Gece gündüz tek başıma bir o kapıya bir bu kapıya koştum. Dört avukata gittim. Kimi korkudan almak istemedi dosyamızı, kimi yüksek fiyatlar istedi. 25 binden başlıyor böyle bir dosya. En son birini buldum. O da enteresandı. Eşimle görüştükten sonra beni bir kenara çekip ‘Kocanız cemaattenmiş, biliyor musunuz? Kocanız terörist olabilir, bundan haberin var mı’ dedi ciddi ciddi. 2 bin 500 TL’yi bu cümleyi duymak için ödedim. Meğer eşime sormuş, ‘Sohbete gittin mi, Gülen Cemaati ile bir bağlantın var mı’ diye. Ne sohbete gitmek suç, ne de cemaat üyesi olmak. Avukat evet cevaplarını alınca eşime itirafçı olmayı teklif edecek kadar mesleğinin farkında olmayan biriydi. Onun adına biz utandık. Sonra solcu bir avukat dosyamızı aldı. İyi de para istedi ama en azından davayı aldı. Umut tacirliği yapıyorlar tabi. Bu davalar siyasi davalar, bir sene içinde bitecek, korkmayın, şöyle olmaz, böyle olmaz derken elimiz mahkum her şeye sustuk, bekledik.
KIZIMI HER SEFERİNDE GARDİYANLAR ÇIKARMAK ZORUNDA KALIYORDU
Eşim ve onunla birlikte gözaltına alınan 55 sağlık porsoneli 8 gün gözaltında kaldıktan sonra mahkemeye çıkarıldı. İçlerinde kadınlar, doktorlar, hemşireler, uzmanlar… İlk mahkemede 23 kişi tutuklandı. Eşim de. Cezaevi ziyaretlerimiz başladı. Psikolojik olarak çok yıprandığım bir süreçti. Yarım saatlik açık görüşler, 10’ar dakikalık kapalı görüşler için 4-5 saat sıra beklemeler, üst baş aramalar… İçeriye bir kıyafet götüremiyorsunuz; iki kazak üç çorap olacak, o da şu saatte, böyle olacak bir sürü anlamsız kural. Çok eziyet. Farklı bir işkence. Ve orada karşılaştığım insanlar bir zamanlar tanıdığım doktorlar, akademisyenler, öğretmenler… Herkesin gözü yaşlı. En zoru da onları orada bırakmaktı. Her gittiğimzde istisnasız kızım babasından kopamıyordu, gardiyanlar çıkarıyordu. Bir de yanına oturma şansımız yoktu, karşılıklı konuşmak zorundaydık. Eşim içerdeydi ama biz ondan daha çok yıpranıyorduk.
En çok canımı acıtan şey ise insanların vefasızlığıydı. Eşimin ailesinin sessizliği, ilgisizliği ayrı bir acıydı. Sadece yas tuttular. Hatta babasının “Bundan sonra boynum bükük gezeceğim, ben size demiştim.” sözleri bencillikti. Bunlar o durumda hesap edilmemeliydi. Sonuçta eşim evet oğulları ama o bizim evimizden çıkmıştı. Tabi ki üzüldüler ama bizim kadar yanmadılar. Kayınvalidem adliyeye bile gelmedi. Yok tarihini karıştırdık, yok yetişemedik dediler… Geride kalan bizlere, hadi beni geçin, torunlarına sahip çıkmadılar. Eşim bu arada Samsun Cezaevi’nde… Uzakta değil. Avukata verilecek para bile sorun oldu. Dışarıda olan biten hiçbir şeyi ona yansıtmadım elbette fakat 4,5 ay bana 4,5 yıl gibi geldi. Yaşadığım her şeyi not aldım. Eşime çıkınca olanları anlatacaktım ve aldığım kararları onaylarsa evliliğimi sürdürecektim. Öylesine gözümü karartmıştım.
KURBANLIK KOYUN GİBİ HER GÜN SIRAMI BEKLEDİM
Tüm bunlar olurken ben de açığa alındım ve her akşam evde ‘ha geldi ha gelecekler’ diye kurbanlık koyun gibi sıramı bekledim. Cezaevi bavulumu bile hazırladım. Kızımı anneannesine bıraktım, gözüm onu bile görmemeye başladı. Etrafımızdan insanlar azaldı. Akrabalar, dostlar bizi aramaya korktular. Yavaş yavaş toplumdan dışlandık. Her gün kötü bir haber duyuyorduk. Herkes moralsizdi. İnanılır gibi değildi, teröristlikle suçlanıyorduk. Her hafta adliyeye gidiyorduk. Gözaltından sonra adliye sürecinde dostlarımızı yalnız bırakmamaya çalışıyorduk. Fakat dışarıda kalanların sayısı gün geçtikçe azalıyordu.
Bylock kullanıcılarıyla ilgili bir renklendirme derecesi var. Kırmızı, sarı, yeşil liste diye. Eşim kırmızı listede olmadığı için, biraz da savcının insiyatifiyle tutuksuz yargılanmak üzere tahliye oldu. Savcı bu davalara inanan biri değildi. Sonra zaten görevden alındı. Ve acı gerçeklerle karşılaştı. Hiçbir şey güllük gülistanlık değildi artık. Zaten değildi de…
EŞİM YA GERÇEKLERİ KABUL EDECEK YA DA AYRILACAKTIK
Beni gerçeklerimizle, yaşanmışlıklarla kabul edecekse edecekti. Aksi takdirde yollarımız ayrılacaktı. Yazdığım günlüğü okudu ve “Bu kadarını hiç tahmin etmemiştim.” dedi. Beni de teselli etti. “Senden hiçbir şey beklemiyorum.” dedi. Ailesiyle de küçük çaplı hesaplaştı. “Size düşeni yapamadınız, emanetlerime sahip çıkamadınız.” dedi. Ve beni bana bıraktı. Ama yine fedakarlık bana düştü. Baktım kızım da eşim de bocalıyor, bayramlarda gitmeye başladım.
GÖZALTINA ALININCA PARANOYA BİTTİ
Velhasıl eşim çıktı, peşinden beni aldılar. 1 hafta gözaltında kaldım. Evinize polisler geldiği andan itibaren robotlaşıyorsunuz. Daha arabaya biner binmez polisler ‘sen de işin içindeymişsin’ gibi cümlelerle tacize başladı. Hiçbirini duymadı kulağım. Filmlerde gördüğüm o vesikalık fotoğraflarımızın çekilmesi aşamasından sonra açıkçası orada rahat bile ettim. Her kapı çalındığında acaba geldiler mi diye beklemek kabus gibiydi. Paranoyak olmuştum.
ÇIPLAK ARAMA YAPTILAR
10 Şubat 2017’de gözaltına alındım. Samsun Emniyeti’ne, -1’deki nezarethaneye götürüldüm. Eşimi ziyaret ederken aramalarda zaten üşütmüş ve zatürre geçirmiştim. Yoğun bakımda kaldım. Burası daha beterdi. Yarı kabirdi nezarethane. Yan yana üç bölme bulunuyordu. Kapalı yerde kalamama korkusu var bende. Panik olmaya başladım. Mümkünse sonradan geleceklerle birlikte beni içeri koymalarını rica ettim. Yaşlı polis ‘senin keyfine bakacaktı bu iş’ deyip azarladı. Genç polis usulca ‘siz orada çok kalmayacaksınız, biraz sabırlı olun’ dedi. O kadar teselli etti ki bu küçük cümle beni. Sonra arama yaptılar, tamamen üzerimizi çıkartmamızı istediler. Garipsin, kimliğin, paran yok, ailen yok. Suçlama çok ağır. Mide ameliyatı geçirmiştim, beslenmem sorun. Bir gece rahatsızlandım, bir arayalım soralım diyorlar nereyi arayacaklarsa, bir yerlerden izin alıyorlar. Görevliler o kadar korkutulmuş ki, iyi davranırsak bize de bir şey olur korkusu yaşıyorlardı. Sizinle asla ikili ilişki kurmuyorlar, göz teması bile. İlk iki günü hiç hatırlamıyorum, demir parmaklıklar pat küt bir açılıyor bir kapanıyor. Acayip bir hengameye düşüyor insan.
BİR GÜN YANIMIZA KATİL CANER GELDİ…
Sonra bir grup kadın daha geldi yanıma. Bir arkadaş yeni evliydi ve karaciğer nakli bekliyordu. Birinin eşi de içeride ve 8 aylık bebeği vardı. Kayınvalidesi emzirmesi için beş saatte bir bebeğini getirip götürmeye başladı. Beş dakika sürmüyor, hemen bebeği koparıp alıyorlardı annesinden. O kadın bebeğinden her ayrılışında gözyaşlarına boğuldu. Beş dakika, on dakika değil. Bir saat… O ağlıyor biz ağlıyorduk. Normalde herkesin 1 gün kaldığı yerde biz bir hafta bekletildik.
Bir gece yanımıza bir hayat kadını ile cezaevinden kaçan ama tekrar yakalanan Caner adında biri geldi. Katilmiş. Adam bizi görünce şaşırdı. Tuhaf tuhaf bakıp duruyor. Hayatında bunca başörtülü kadını hapiste görmediği bakışlarından belli. En sonunda dayanamadı sordu: ‘Bacılar sizin burada ne işiniz var?’ Korkudan kimse ses çıkaramayınca ben ‘FETÖ’den dedim gülerek. Gülerek, “Ooo sizin işiniz zor, beni salarlar ama siz çıkamazsınız, boşuna beklemeyin.” dedi. Öyle de oldu.
KEFEN PARASININ BİLE HESABINI SORDULAR
En zoru ise ifadelerimizin alındığı anlardı. Giden yüzü gözü kızarmış, bunalmış halde geliyordu. Her şeyi sordular, öğrenciliğimizden itibaren. Nerede kaldın, gazeteye abone oldun mu, sendikaya üye misin, Bylock kullandın mı, sohbetlere katıldın mı, kimle nasıl evlendin, yurt dışına çıkmışsın, şuraya şuraya gitmişsin, hangi amaçla gittin… Bank Asya 2004’te açtığım bir hesabım vardı. 2008’de kapatmıştım. O hesaba, annem, evlatlarından en çok bana güvendiği için kefen parası diye 2 bin 500 TL yatırmıştı. Onun bile hesabını verdim. Kızımın okulunun hesabını verdim.
Bir hafta sonra adliyeye çıkartıldık. Eşimden dolayı tecrübeli olduğum için diğer arkadaşlara adliyedeki manzarayı izah ettim. Orada gözü yaşlı bekleyen ailelerimiz için dik durmamız gerektiğini vurguladım. Çaktırmıyorduk ama yolun sonu yaklaştıkça heyecanla karışık korkular sarmıştı bizi. Acaba cezaevi kime nasip olacaktı? Elbette birileri seçilecekti. Neye göre orası muammaydı tabi.
Sabah oldu, demirkapı ve parmaklıklar açıldı. Birbirimizle helalleştik, boğazımız düğüm düğüm. Kurbanlık koyun gibi tek tek sıraya dizildik. Kollarımızda iki polis, bavullarımız yanımızda… Artık başınıza geleceklerin korkusu başlıyor. Özgürlük meğer ne kadar değerliydi. Oksijen almak, gökyüzünü görebilmek. Meğer ne nimetler varmış. Sabah 9’da adliyeye götürüldük. 9’dan 14’e kadar o sopsoğuk yerde bekletildik. İyice yıpratıldık. Sanırım bilinçli bir işkenceydi, hakim karşısına çıkmadan önce. Hem donduk hem de çok acıktık. Bir ara yan bölmedeki adamlar Halil İbrahim türküsünü söylemeye başladı. Su uzatıp bizi teselli ettiler.
-1’den asansörle ailelerin bekletildiği bölüme çıkartıldık. Mahkeme salonları oradaydı. Asansör camlıydı. Ailelerimiz bizi görünce ağlamaya başladılar. Annem bana sarılmak istedi, polisler izin vermedi. Koridorun bir tarafında bizler, diğer tarafında ailelerimiz, ortada ve başımızda polisler. Birazdan kaderimiz belli olacaktı. 20 kişiden 15’i tutuklandı. Hiç sevinemeden gözyaşları içinde vedalaştık. Ameliyatlı ve sağlık problemim olduğu için beni tutuksuz yargılanmak üzere bıraktılar.
Kısa bir süre sonra ilk mahkemeye çıktım. Kişi başına 15-20 bin TL avukat masrafı oldu. 40 bin TL paramız gitti. 2. mahkemeye çıkmadan Bylock raporları geldi. Reddettiğimiz, kabul etmediğimiz, suçlandığımız her şeyi, kendilerince delillendirmiş oldular. Dile kolay 10-15 yıl ile yargılanıyorduk. Raporlardan sonra tekrar alınacağımız ortadaydı. Yurtdışına çıkmayı düşünmeye başladık.
ANNEM, ‘GİTMEYİN’ DİYE YALVARDI
Haziran 2017’de artık kararımızı vermiştik. 2-3 hafta içinde hazırlanmaya başladık. Sadece bir hafta kala anneme söyledik. Razı olmadı. ‘Ne olur gitme, haftada bir hapiste ziyaretine gelir seni görürüm hiç olmazsa’ dedi. Cezaevine girmeme razıydı yani. Ama kararlıydım. ‘Ne biliyorsan kendi adına olanları, kimseye zarar gelmeyecek şekilde anlat’ dedi. ‘Gidip ben sizi ihbar ederim, yeter ki gitmeyin’ bile dedi. Bunu yapmazdı elbette. Evde bir cenaze havası esmeye başladı. Kızım korkuyor, sorular soruyor. Net cevap alamıyor tabi ki. Ortada netlik de yok zaten. Kimse bunun garantisini veremez ki… Yakalanırsak kesin cezaevine gideceğimizden eşime ayrı bana ayrı bavullar hazırladım. Yine yakalanırsak kızımı gelip kimin alacağından, bavulları bize ulaştıracak kişiye kadar, kızımın sonraki hayatının planına kadar, yardımcı olacak arkadaşlarıma kadar bir ajanda tuttum. Çok zor bir karardı.
Bir tarih belirlendi ve veda anı geldi. Gece yarısı İstanbul’a doğru yola çıktık. Samsun’dan uzaklaşana kadar ağladım. Sabah İstanbul’a geldik. Gece 12’de esas hedeflediğimiz yolculuk başladı. Bizimle birlikte dört aile daha vardı. Hiç kimseyi tanımıyordum. Son nefesimizi verecekmişiz gibi bir ortam oluşmuştu. Çünkü o noktadan sonrası ya ölüm olacaktı ya kurtuluş… Ya yeni bir hayata başlangıç ya da cezaevi…
JANDARMALAR ÜZERİMİZE DOĞRU GELMEYE BAŞLADI
Herkes korkuyordu, çaresizdik. Yanımızda sırt çantamız, onun içinde de yedekte bir kıyafetimiz vardı. Bir de uzun süre yürüyeceğimiz için güçlendirici vitamin, fındık, fıstık gibi kuruyemişler. Kaçakçılarla buluştuk. Sert bakışlı, dövmeli, ağızları bozuk, tuhaf insanlardı. Çok korkmuştuk tiplerinden. Normalde Türk sınırından Yunan sınırına geçerken çocuklara uyku ilacı veriliyor, uyanıp ağlamasınlar diye. Tam yola çıktık ki, yanımızdaki ailenin oğlu ağlamaya başladı. Kaçakçı panikledi ve geri döndü. Saklanın deyip yanımızdan kaçıp gitti. Sınırdaki evlerin ışıkları yanmaya, köpekler havlamaya başladı. Siren seslerini duymaya başladık, üç askerî araç etrafımızı sardı, jandarmalar ışık tutarak bize doğru gelmeye başladı. Her şey bitmişti, artık buraya kadarmış dedik…
Saklanalım derken ısırganların içine girdik, çeltik tarlalarında sırılsıklam olduk, iyice çamura saplandık. Bir çalılık bulup sindik. İşte oradaki psikoloji sadece yaşanırsa anlaşılabilir. Gözünüzden neler geçmiyor ki, film şeridi gibi. Sadece ayın aydınlattığı gecede karanlıkta öylece… 2 askeri araç yanı başımıza kadar geldi. İki tur attı, gitti. Sonra iki asker yaya olarak ellerinde fener ile iki adımlık mesafeden geçti. İnanılır gibi değildi, bizi yine görmediler. Çömeldiğimiz yerde bir saate yakın bekledik.
Koşturmaktan tere batmış biz, yerimizde sabit kalınca donmaya başladık. Askerler gittiler ama ya bir daha gelirlerse korkusu başladı… Kaçakçı bizi bota kadar götürecekti, görevi oydu, ama bota gelmeden bırakıp gitti. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Geriye dönsek nereye gideceğiz, fark edilir miyiz, ileriye gitsek nereye gideceğiz? Kızım korkudan titriyor, ağlıyor. Altına kaçırdı. Bir ara orada sızıp kaldı. Eşimle göz göze gelip helalleştik, ‘hakkını helal et, size de sebep oldum’ dedi… Birbirimize sarılıp ısınmaya çalıştık.
ÇAMURUN İÇİNDE BEKLERKEN SIRT ÇANTALI İKİ GENÇ ÇIKAGELDİ…
Sonra birden sırt çantalı iki delikanlı çıkageldi, kahraman gibi. Üniversite okuduklarını ve harçlıklarını böyle çıkardıklarını sonra öğrendim. Teker teker gizlenen aileleri toplayıp bota götürdüler. Meğer askerlerin bizi sardığını fark etmiş, gitmelerini beklemişler. Kurtulduğumuza inanamıyorduk, neredeyse tüm ümidimiz bitmişti. Sine sine botun oraya kadar gittik hep birlikte. Küçüçük bir bot. Toplam dört aileyiz. Çocuklarla birlikte 11 kişiyiz. Ama bot 4-5 kişilik. Can yeleği yok. Yer kaplamayacak şekilde oturmanız gerekiyor. O bota binişimiz, korkularımız, karşıya geçişimiz ayrı bir maceraydı. Bir ara bot dönmeye başladı, akıntıya kapıldı. Allahım gittik dedim. Bizim geçtiğimiz nokta nehrin dar bir yeriymiş, karşıya varmamız 15 dakika sürdü.
Yunan topraklarına adım atınca uçmuştuk. Neredeyse yerleri öpecektik. Herkes birbirine nasıl sarılıyor, nasıl seviniyor. ‘Ezeli düşman’ımızın toprakları bize kendi ‘vatan’ımızdan o anda daha sevimli gelmişti. Tutuklanma yakalama korkusu bitti gitti. Herkesin dili damağı kurumuştu ve sularımız tükenmişti. Ortada bir şişe su dolandı. Herkes yudum yudum içti.
Yunan tarafına geçince herkeste bir rahatlama oldu ama orada da risk devam ediyordu. O tarafın askerine de yakalanma ihtimali vardı. Gençler, ‘bir saat geciktiniz, Türk askerlerinin sizi görmemesi mucizeydi, Yunan askerlerinin devriye saati yaklaştı. Acele edin, sessizce ve hızlıca yürüyün.’ dedi. Çok az mola vererek sabah altıya kadar yürüdük. Bir yerde durup üzerimizi değiştirdik. Başka bir kaçakçıya devrolunup bir Yunan kasabada bırakıldık. Herkes dağıldı. Kendimize bir pansiyon bulduk. Otele girdik, üzerimizdekileri çıkarıp banyomuzu yaptık ve çarşaflara dolanıp yorgunluktan yataklara gömüldük. Tek çeşit kıyafetlerimiz vardı ve onları da yıkayınca hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Meğer pijama bile ne kadar değerliymiş. Lif bile öyle. Çorabın içine sabun koyup duş aldık. Sabah saatlerinde yatıp öğleni geçerken uyanmıştık. Ne yolculuktu… Uyandığımızda yüzümüz gözümüz şişmişti. O kadar ilaç sürmemize rağmen sivrisinekler bizi talan etmişti. O gün odada hiç dışarı çıkmadım. Ertesi gün Atina’ya geçecektik. 18 saat tren yolculuğu yapacaktık. Yakalanmamak için Türkçe konuşmamamızı söylemişlerdi.
HAVAALANINDA ETRAFIMIZI YİNE POLİSLER SARDI
Tren yolculuğu ayrı bir işkenceydi. Yavaştı… Yorgunduk ve uyuyamıyorduk. Üç günde dünyanın yolunu gelmiştik. Tehlike de henüz geçmemişti. Bir müddet Atina’da kaldık, sonra Preveze adasına geçtik. Almanların tatil yaptığı bir adaydı burası. Turistik bir yer. Preveze bize o kadar iyi geldi ki… Onca can pazarından sonra bir hediye gibiydi. Bir gece orada kaldıktan sonra havaalanına geldik. Tek Türk aile bizdik. Sıraya girdik. Bilet kesecek olan görevli bir şeylerden şüphelendi ve polise haber verdi. Sıradan çıkarıldık. Sorguya çekilmeye başlandık. Dil bilmiyoruz. Eşim ısrarla yeşil pasaportlu olduğumuzu söylediyse de adam eliyle işaret ediyor, ülkeden neden çıkış mührünüz yok diye soruyordu. Bir korku da orada yaşadık, dedim kesin bu kez bitti, gözaltına alınacağız. O kadar yol geldik ona mı yanarsın, biletlerin parası ödendi iptal olacak ona mı…. Gözaltında geçirilecek zamana mı… Adam çok sinirlendi bize, diğer polisler de başımıza toplandı. Uçak kalktı kalkacak, on beş dakika var yok… Ve Hala sırrını çözemediğimiz bir sebeple son anda bizi bıraktılar ve uçağa yetiştik. Bizim uçağa bir gidişimiz var. Ayaklarımız yerden kesildi. Almanya’ya Münih’te giriş yaptık…
Bir yıldan fazla oldu Almanya’ya geleli. Türkiye’deki karar mahkemem ile iltica sürecimizin sonuçlandığı Almanya’daki mahkemenin tarihi aynı güne denk geldi. Türkiye bana 7 yıl hapis verdi. Almanya ise oturum başvurumuzu kabul etti…
NOT: İsimler, kişilerin talebi üzerine değiştirilmiştir.