Diktötörlüğün Gizli Orduları yazı dizisinde Avrupa’nın ardından Türkiye’yi ele alıyoruz. İlk kısımda Türkiye’nin 1909-1980 arası dönemi var.
BOLD özel yazı dizisinin ilk dört bölümünde Avrupa’daki Gladio yapılanmasına ve örtülü operasyonlarına değindik. Türkiye’deki gizli yapılanma ise hem tarihsel olarak daha eski hem de daha aktif…
TÜRKİYE’NİN KARANLIK TARİHİ
BİRİNCİ BÖLÜM : 1909-1980
Gladio’nun gizli ordularının en karanlık ve en kanlı operasyonları Türkiye’de gerçekleşti. Bu durum temelde iki sebebe dayanıyor. İlki Türk halkının devlet karşısındaki edilgen tavrı…
Köklü bir demokratik geçmişe sahip olmayan Türkiye’de aileden okula kadar her alanda feodal bir yapı bulunmakta. Bunun bir yansıması olarak özellikle de çoğunluğu oluşturan muhafazakar kitlenin devlete yaklaşımı bir tür kutsama şeklinde gerçekleşiyor. Hata yapmayan, yapsa da mutlaka bir hikmeti olan “baba” devlet…
İkinci sebep tarihsel süreç… Türkiye’de kitle manipülasyonu, provokatif eylemler, şeytanlaştırma gibi devlet eksenli karanlık operasyonların geçmişini 31 Mart Vakası’na kadar götürmek mümkün.
KONTROLLÜ DARBE 31 MART
Rumi tarihle 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) İstanbul’da bir grup din adamı, siviller ve bazı askeri birlikler 13 gün süren bir ayaklanma başlattı. Şeriat istedikleri söyleniyor, parlamentoyu ve iktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası’nı devirmeye çalıştıkları iddia ediliyordu.
İstanbul’u 13 gün boyunca kaosa boğan ayaklanma Hareket Ordusu’nun şehre girmesiyle bastırıldı. Devlet büyük bir tehlike atlatmıştı. Ne var ki işlerin göründüğü gibi olmadığı önünde sonunda ortaya çıkacaktı. Çünkü 31 Mart Vakası’ndan önce ilginç gelişmeler yaşanmıştı.
İRTİCAİ KALKIŞMA BAHANESİ
Günler öncesinden din adamı kılığında isimler kışlalara gezip kışkırtıcı konuşmalar yapıyordu. Buna dair raporlar İttihat Terakki merkezine gitmişti ama hiçbir tedbir alınmamıştı.
31 Mart ayaklanmasına katılan asker sayısı sadece 3 bin civarındaydı. Bırakın bir paşayı yeni mezun bir teğmen bile bu kadar askerle İstanbul’un ele geçirilemeyeceğini bilirdi. Ama ne hikmetse yine de darbeye(!) kalkışmışlardı.
31 Mart ayaklanması başladığında İstanbul’da bulunan 1. Ordu olaylara karışmamıştı ve isyanı kolaylıkla bastırabilecek güce sahipti. Ancak kesin olarak harekete geçmeme emri almıştı. 13 gün boyunca şehirde anarşinin, cinayetlerin, yağmanın sürmesine göz yumuldu.
Hareket Ordusu ve Enver Paşa geldiğinde halk onları kurtarıcı olarak karşılayacaktı. Askeri lideri bu gün dahi bilinmeyen ayaklanmacılar Hareket Ordusu, İstanbul’un hemen dışında Enver Paşa’nın gelip ordunun başına geçmesini bekledikten sonra şehre girince neredeyse hiçbir direniş göstermeden hemen teslim oldu.
Peki, 31 Mart’tan sonra ne mi oldu?
2’NCİ ABDÜLHAMİD’İ ARATAN İTTİHATÇILAR
Kendisine karşı darbe düzenlendiği söylenen İttihat Terakki yönetimi bütünüyle ele geçirdi. Bütün muhalifleri bastırdı, ses çıkaranlar ayaklanmayla ilişkili oldukları iddiasıyla tutuklandı, hapse atıldı ya da sürgüne götürüldü.
İnsanlar ayaklanmayla ilişkilendirilmek korkusuyla konuşamaz hale geldi. Devlet, toplumu nasıl yönlendirebileceğini ve sindirebileceğini bir kez öğrenmişti artık.
1915 ERMENİ TEHCİRİ
22 Aralık 1914-17 Ocak 1915 arasında Türk askerî tarihinin en büyük hezimetlerinden ve facialarından biri yaşandı. Enver Paşa’nın muzaffer olma hırsı kötü yönetim ve taktiksel hatayla birleşince resmi rakamlara göre 23 bin asker Sarıkamış Harekâtı’nda donarak şehit oldu, binlercesi esir düştü.
Doğu Cephesi’nin kaybıyla sonuçlanan bu olaydan sadece birkaç ay sonra 1915 yılı mayıs ayında Tehcir Kanunu çıktı. 1 milyonu aşkın Ermeni ayrılıkçı hareketler gerekçe gösterilerek cephe gerisinde güvenlik tehdidi oluşacağı gerekçesiyle zorunlu göçe tabi tutuldu.
Göç ettirilenlerin çoğunluğunu isyan hareketleriyle hiçbir ilgisi olmayan siviller, kadınlar ve çocuklar oluşturuyordu. Yüzbinlerce Ermeni vatandaş yolda hayatını kaybetti. Ama sonuçta İttihat ve Terakki, Doğu Cephesi’nde ağır yenilgi için suçlayacak birilerini bulmuştu.

DERSİM KATLİAMI
“Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü’nün ağzından 1925’te çıkan bu sözler Mart 1937 ve Aralık 1938 arasındaki Dersim olaylarının ve bu olayların kitlesel kıyımla bastırılmasının ardında yatan sebeptir.
Egemen güçler “ulus devlet” istiyordu. Dersim aşiretleri ise geleneksel yapılarını, dillerini yaşam şekillerini, inançları koruyarak bu hedefi güçleştiriyordu!

KAMUOYU YÖNLENDİRMESİ
Dersimliler vergi veriyordu, çocuklarını askere gönderiyordu, merkezi yönetimin idarecilerine karşı gelmiyordu ve Cumhuriyet’e karşı bir tavır içerisinde de değildi.
Tek istedikleri “kendileri gibi” yaşamaktı. Ancak onların bu “iptidai” yaşamı yeni elitleri rahatsız ediyordu. Ulus devlet, farklılık istemezdi.
İstanbul matbuatı karakollara saldırıldığı, askerlerin kesildiği, devlet görevlilerinin yıllardır Dersim’e giremediği, Dersimlilerin vergi vermediği, çocuklarını askere göndermediği yalanlarını basarak dezenformasyon görevini layıkıyla yerine getirdi.
Oysa devletin resmi belgeleri bile bu iddiaları yalanlamaktaydı. Ama kimse bunu sormadı, devlet ne diyorsa oydu.

DEVLETİN GÜCÜ GÖSTERİLDİ!
Küçük asayiş olayları ile başlayan Dersim olayları kısa süre içinde büyüdü. Yerel emniyet güçlerinin rahatlıkla çözebileceği sorunlar için ordu birlikleri kullanıldı.
Sonuç… Yüzlerce köy yakıldı, binlerce insan vurularak bombalanarak öldürüldü. Çocuklar ailelerinden koparıldı. Seyit Rıza ve arkadaşları halkın gözü önünde idam edildi. Devlet, dişini iyiden iyiye göstermekteydi artık…
6-7 EYLÜL 1955 OLAYLARI
İstanbul’da 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde gayrimüslimlere karşı gerçekleştirilen saldırılarda 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul tahrip edildi.
Tabii bunlar resmi rakamlar sadece. Olaylarda resmi rakamlara göre 11 kişi hayatını kaybetti. Onlarca kadın tecavüze uğradı. Peki, neden yaşandı tüm bu olaylar?
DEVLETİN MEDYASI İŞ BAŞINDA
6-7 Eylül olaylarının fitilini ateşleyen İstanbul Ekspres gazetesinin “Atamızın Evi Bombalandı” manşetli ikinci baskısı oldu. 20 bin tirajlı bu küçük gazete 6 Eylül’de tam 290 bin basılmıştı.
İddiaya göre Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev Yunanlarca bombalanmıştı. Haber büyük infial uyandırdı. İki üç saat sonra Beyoğlu’nda başlayan olaylar kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı. Takip eden iki günde yaşananlar tarihimize bir utanç lekesi olarak geçti. Olayın asıl yüzü ise yıllar sonra ortaya çıkacaktı.

1955’te Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs meselesi sebebiyle siyasi gerginlik vardı.
Bugünkü siyasal İslamcı kadrolara kaynaklık eden Milli Türk Talebe Birliği gibi bazı gençlik örgütleri 6-7 Eylül öncesi günlerde “İstanbul’daki zengin Rumların Kıbrıslı Rumlara destek olduğunu” söyleyerek tansiyonu yükseltmişti. x
İstanbul Ekspres’in haberi(!) sadece fitili ateşlemişti. Ama asıl sorun, gazetenin söz konusu baskısının olaylar başlamadan iki saat önce hazırlanmış olmasıydı.
İşin gerçek yüzü ise yıllar sonra en yetkili ağızdan itiraf edilecekti. 6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu demeci veriyordu; “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
Yirmibeşoğlu’nun dediği gibi çok önceden planlanan saldırılar hedefine ulaşmıştı. Türkiye’de yaşayan binlerce Rum Türkiye’den göç etmek zorunda kaldı. Rumların ülke ekonomisindeki yeri zayıfladı. Özellikle Anadolu illerindeki yeşil sermaye öne çıktı, Rumların ve gayrimüslimlerin mallarına el konuldu.

OMUZLARA ALINMAKTAN ÖLÜM TEHLİKESİNE
Efsane milli futbolcu Lefter Küçükandonyadis’in anlattıkları ise yönlendirilmiş kitlenin yapabilecekleri hakkında ders niteliğinde: “15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”

1 MAYIS KATLİAMI
12 Mart Muhtırası ve akabindeki yarı askeri yönetime rağmen sol Türkiye’de gittikçe güçleniyordu. Aslında bunu 12 Mart’ı yapanlar da biliyorlardı. Solu salt askeri tedbirlerle durdurmak mümkün değildi. Hareketi öncelikle kendi içinde bölmek gerekiyordu. 12 Mart öncelikle bu amaca hizmet etti.
1974’ten itibaren tahliye olmaya başlayanlar dışarıda çok istekli bir genç kitle buldular. Ancak, muhtıranın ardından yaşanan tutuklamalar yüzünden öndersiz kalan kitlede görüş ayrılıkları had safhadaydı.
Buna içeriden çıkanların tutukluluk sırasında yaşadıkları ayrışmalar da eklenince sol çok parçalı bir yapıya büründü.
Fakat büyüyen işçi hareketleri solu güçlü tutmaya devam ediyordu. Sendikalaşmanın hızlanması, sermaye odaklarını ve onlarla her zaman içli dışlı olan aşırı sağ odakları tedirgin etmekteydi. Kanlı 1 Mayıs’a işte bu koşullarda gidildi.
Bir yıl önce 1 Mayıs 1976’da yüz bin kişinin katılımıyla çok başarılı bir miting yapılmıştı. İşçi sınıfı ve sol gücünü gösteriyordu. 1 Mayıs 1977’de ise alana 500 bin kişinin gelmesi bekleniyordu. Ancak gerilim de mevcuttu, bazı gruplar birbirlerini alana sokmamak konusunda kararlıydı.
PLANLI BİR KATLİAM
Miting büyük bir coşkuyla başladı. Çeşitli sürtüşmeler olsa da ortada büyük bir sorun görünmüyordu. Ancak bu tablo DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmaya başladıktan kısa süre sonra değişti.
Önce iki ya da üç el silah sesi duyuldu. Kalabalık panik içinde kaçışmaya başlayınca da Sular İdaresi ve İntercontinental Oteli’nin çatısından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Bir anda ortaya çıkan bir panzer aniden kalabalığın içine daldı. Beyaz bir otomobilden de ateş açılıyordu.
Binlerce kişi panik halinde sağa sola kaçışmaya başlamıştı. Kalabalığı büyük oranda tahliye edebilecek en önemli yer Kazancı yokuşuydu. Fakat yokuşa olaylardan hemen önce bir kamyon park edilmişti, etrafında da el arabaları vardı.
Büyük bir izdiham yaşandı. Ölümlerin çoğu bu noktada yaşandı.
CEVAPSIZ SORULAR
1 Mayıs 1977’de 34 kişi hayatını kaybetti, 126 kişi de yaralandı. Ölenlerin beşi vurulmuştu, diğer 29 kişi izdiham sırasında ezilerek can vermişti.
Kanlı 1 Mayıs’la alakalı hâlâ cevap bekleyen sorular var:
- O günün polis telsizlerinin bant kayıtları nasıl kaybolmuştu?
- Yukarıda sözü geçen panzere ısrarla kim emir vermişti?
- Kazancı Yokuşu’na o kamyonu kim park etmişti ve buna kim izin vermişti?
- Taksim Sular İdaresi duvarı üzerinden, elleri başının üzerinde indirilenler kimlerdi? Neden salıverilmişlerdi?
- Sıraselviler-Gümüşsuyu yönünde çevreye ateş ederek geçen sivil plakalı beyaz Renault’da kimler vardı?
- Emniyet aracı olduğu iddia edilen bu araçta, Samsun’da görevli Alaattin adlı bir binbaşı bulunuyor muydu?
- Intercontinental Oteli 3 gün rezervasyon kabul etmemiş olduğu halde, 1 Mayıs sabahı Yeşilköy’den otele gelip yerleşen ve olaydan sonra Salı akşamı İstanbul’u terk eden yabancı bir kafile var mıydı?”
- Pamuk Eczanesi’nin üst katında, sahibi tarafından pazar günü açılmayan bir otomobil acentasının kapısını anahtarla açıp giren, bir süre çekirdek yiyip, sigara içerek bekleyen, oradan dışarı ateş ettikten sonra silahları dosyalar arasına saklayıp çıkanlar kimlerdi?
BİNLERCE TANIKLI FAİLİ MEÇHUL
1 Mayıs katliamından dolayı hiçbir kamu görevlisi olayda ihmali olduğu gerekçesiyle dahi yargılanmadı. Binlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen olay kayıtlarda hala faili meçhul olarak geçiyor.
Katliamla Türkiye’yi 12 Eylül’e giden yola sokanlar ise istediklerini almışlardı. Soldaki bölünme 1 Mayıs’tan sonra daha da derinleşti. 12 Eylülcülerin yaptığı ilk işlerden bir ise sendikaları kapatmak ve işçi sınıfının bütün haklarını askıya almak oldu.