İzmir’de geçen yıl mart ayında tutuklanıp Silivri Cezaevine gönderilen şair ve yazar Nihat Dağlı, 450 gün sonra hakim karşısına çıktı.
BOLD – 23 Mart 2018’de İzmir’de gözaltına alınan ve 10 gün gözaltında kaldıktan sonra tutuklanarak Silivri Cezaevine gönderilen edebiyatçı-yazar Nihat Dağlı’nın 13 Haziran 2019’da yaptığı savunma ortaya çıktı.
Kitap mağazası NT’den alışveriş yapmak, Bank Asya’ya para yatırdığı için örgüt üyesi olmakla yargılanan Dağlı’nın bir sonraki duruşması Eylül 2019’a ertelendi.
“Hiçbir terör örgütüne üye değilim. Üye olduğum iki yer var: Türkiye Yazarlar Birliği İzmir Şube’sinde kurucu üyelik ve insan hakları derneği olan Mazlum-Der’in İzmir Şubesinde yönetim kurulu üyeliği” diyen Nihat Dağlı’nın savunması…
Sayın Başkan,
23 Mart 2018’de otuz beş yıldır yaşadığım İzmir’de, daha sabah ezanları okunmamışken polisler kapımı çaldı. 28 yıldır annem ve kardeşlerimle yaşadığım evde, ikâmetimde bulunarak gözaltına alındım. İlk kez kriminal bir unsur olarak görülüyordum. Ayaklanıp yürümekte zorlanan yaşlı ve hasta annem gözlerime bakarken ben ona durumu anlatmakta zorlandım. Ama kendimden emindim; cümle kurmaktan, yazı yazmaktan, kitap yayımlamaktan gayrı bir hikâyem yoktu. “Ben değil, çalıştığım yayınevi soruşturma konusu. İfademi verip döneceğim.” demiştim anneme. Sahiden böyle düşünüyordum. Ama yanıldım! İzmir ve İstanbul’da, toplamda on gün gözaltında kaldıktan sonra çıktığım mahkemede tutuklandım.
Gün ışığı görmeyen koğuşlarda kaldığım on günlük gözaltı boyunca, kitaplardan/ filmlerden bildiğim kriminal insanlarla birlikte bulundum. Dinlediğim onlarca hikâyenin yanına kendi hikâyemi koydum. Düşünce, edebiyat ve sanattan geçen hikâyemle hep suçun evreninde geçmiş hikâyeleri karşılaştırdım. İfademin alınmasını beklerken epey düşündüm: Üzerime atılı suçun ne olabileceğini, nasıl bir fiilin faili olmakla suçlanacağımı… Ön-lisans da olsa bir hukuk öğrenciliğim vardı. Yıllarca siyaset felsefesi, insan hakları teorisi, hukuk etiği okumuş, demokrasi ve özgürlükler bağlamında da bir aktivisttim. Hikâyemde kriminal bir taraf göremiyordum.
TESLİM OLDUĞUM HİÇBİR İNANÇ, İDEOLOJİ VE YAPI OLMADI
Nihayet o gün geldi, sorgulamamı yapacak polis memurunun karşısına geçip oturdum: “FETÖ Silahı Terör Örgütü üyesi olma şüphesiyle buradasınız. Etkin pişmanlıktan faydalanmak ister misiniz?” diyerek başladı sorguya, memur. “Etkin pişmanlıktan faydalanmak istiyorum.” demem için bu örgüte üye olmam, bu iddiayı kabullenmem lazımdı. “Hayır” dedim, “bu iddiayı reddediyorum. İlk gençlik yıllarım hariç, inandığım ve teslim olduğum hiçbir inanç, ideoloji ve yapı olmadı. Hukukun ruhuna mugayir, hukuku çiğneyen bir fiilin faili olduğumu düşünmüyorum.”
GODOT’YU BEKLER GİBİ 450 GÜN İDDİANAME BEKLEDİM
Emniyetteki sorgudan sonra tutuklanma talebiyle sevk edildiğim Sulh Ceza Hakimliği’nce 2 Nisan 2018’de tutuklanıp Silivri Cezaevi Kampüsü’ne gönderildim. Doğrusu şaşkındım. Gözaltına alındığım gün, ifademin alınmasından sonra eve dönmeyi düşünürken; otuz yıllık ikametgâhımdan, yaşlı ve bakıma muhtaç hasta annemden uzakta tutukluydum. İddianâmeyi ve mahkemeye çıkarılmayı bekleyecektim. Üç ay bekledim, bir haber çıkmadı. Üç ay daha geçti, arkasından bir üç ay daha. Anne karnına düşen çocuk, 9 ay 10 gün sonra doğarken; beni tutuklamakta cevval davranan makam, geçen bu sürede bana iddianâme göndermiyordu. Samuel Beckett’in Godot’u Beklerken isimli tiyatro eserinin kahramanları gibi, iddianâmeyi bekliyordum. Nihayet bir yıl sonra, merakla beklediğim iddianâme çıkıp geldi. Bu kadar bekledikten sonra, doğal olarak, yeni ve fraklı bir içerik bekliyordum. Ancak, incelikle okuduğum metin, emniyette bana yöneltilen suçlamaların hemen hemen olduğu şekliyle iddianâmeye dönüşmüş haliydi. Emniyette cevapladığım sorulara, bu sefer mahkemede cevap bulacaktım. İşte şimdi, tutuklanmamın üzerinden on beş (15) ay geçince, dört yüz elli (450) gün sonra mahkemenize, huzurunuza çıkabilmiş durumdayım.
AYŞE ÖĞRETMEN OLAYINI HATIRLATMAK İSTERİM
Sayın Başkan,
Bugün burada, kişiliğimin/ varlığımın yüzde beşini oluşturan kurumsal kimliğim sebebiyle huzurunuzdayım. Işık Yayıncılık’ta sigorta kaydım bulunduğundan; çalışmamın karşılığı olan maaş ve teliflerimin yatırıldığı Bank Asya’daki hesabıma, kişisel bir tasarrufla 5000 tl (beş bin) kadar para yatırdığımdan; çalıştığım yer olması hasebiyle, yayınevinin genel yayın yönetmeniyle telefon/görüşme kaydımın bulunmasından; yazdığım birçok derginin içinde Işık Yayıncılık’ın bünyesinde çıkan dergiler de yer aldığından, silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla yargılanıyorum. Işık Yayıncılık’ta sigorta kaydım olmasaydı Bank Asya’da bir hesabım olmayacak ve ben bu yayınevinin genel yayın yönetmeniyle görüşmemiş olacaktım. Doğal olarak, Işık Yayıncılık’la ilgili açılan bu dosyada ismim geçmeyecek, silahlı terör örgütü üyeliğiyle de suçlanmayacaktım. Bu sebeple; varlığımın yüzde beşine karşılık gelen kurumsal kimliğim ciddiyetle görülürken, varoluşumun yüzde doksan beşi olan düşünsel ve sosyal varlığım görmezden gelinerek dikkate alınmamış. Demem şu ki; yüzde doksan beşim yüzde beşime kurban edilmiş. Oysa kanaatim şu: Kişi, hukukla korunan kurumsal kimliğiyle değil, şiddet içerdiği taktirde, düşünsel ve sosyal kişiliğiyle suçun/kriminolojinin konusu olabilir. Eğer şiddete övgü yaparsa, şiddeti haklı görürse, şiddete çağıran düşüncelerin sahibi olursa… Anayasa Mahkemesinin, kamuoyunda “Ayşe Öğretmen” olarak tanınan hanımefendiyle ilgili verdiği son kararı hatırlatmak isterim.
YAYINEVİNDE ÇALIŞMAK SUÇ MU?
Sayın Başkan,
“FETÖ: Silahlı Terör Örgütü Üyesi” olarak tescillenmem, mahkemenizin bu karara varması talep edilmektedir. Çalıştığım yayınevlerinden biri olan Işık Yayıncılık’ta sigorta kaydımın olması; adıma tahakkuk eden maaşın yatırıldığı Bank Asya’da mevduat hesabı açıp tasarrufumu burada değerlendirmem; çalışanı olduğum yayınevinin genel yayın yönetmeniyle görüşmelerimin varlığı; kayyum yönetiminde dahi yayımına devam eden dergilerde bir-iki yazımın yayımlanması, iddia makamınca silahlı terör örgütü üyeliğim için yeterli karine olmuş.
Bütün suçum, Işık Yayıncılık’ta çalışmak gibi görünüyor. Tezimi tekrarlayacağım: Bu yayın grubunun bir çalışanı olmasaydım Bank Asya’da hesabım olmayacak, yayın grubunun genel yayın yönetmeniyle görüşmelerim gerçekleşmeyecek ve büyük ihtimal dikkat çekilen yazılar yazmayacaktım.
Peki Işık Yayıncılık’ta niçin çalıştım?
Çalıştım, çünkü bakmakla yükümlü olduğum, vefat eden babamdan miras olarak kalan kalabalık bir nüfus vardı. Çalıştım çünkü, kitaplara vurgundum; okuyarak ve yazarak mutlu oluyordum. Memurluk gönlüme göre değildi, kendimi iyi hissettiğim ve karşımda fırsat olarak bulduğum yayıncılık sektöründe çalışmak istedim. Çalıştım çünkü; ilgili yayın grubu, Türkiye’de cari olan ticaret kanununa göre faaliyet gösteren bir yayın grubuydu. Kitapları Kültür Bakanlığının izniyle yayımlanıyor, dergileri kamuya açık gazete bayilerinde satılıyordu. Burada kitap yayımlayan, dergilerinde yazı yayımlayan yüzlerce bağımsız yazar vardı.
ÜYE OLDUĞUM İKİ YER VAR
Evet hiçbir terör örgütüne üye değilim. Üye olduğum iki yer var: Türkiye Yazarlar Birliği İzmir Şube’sinde kurucu üyelik ve insan hakları derneği olan Mazlum-Der’in İzmir Şubesinde yönetim kurulu üyeliği… Her dönem hukukun evreninde gezindim; evrensel hukuku inşâ eden iyinin, adaletin, etik ve estetiğin peşinde koştum. Türkiye İnsan Hakları Vakfıyla, İnsan Hakları Derneğiyle, Mazlum-Der’le birlikte, Türkiye’nin göğünde adâlet denen kuş eksik olmasın diye çalıştım. Başörtüleriyle okullarına giremeyen öğrenciler için de, Sivas Madımak’ta yakılan şiir için de ağıt yaktım, yazılar yazdım. Kendimi özgürlükçü ve demokrat olarak tanımlıyor, “Başkası özgür olmadıkça ben özgür olamam” diyorum. Hukukun dışına çıkan kim olursa olsun yanlarında yer almamış, darbe düşüncesi ve girişimlerine de hep karşı olmuşumdur. 15 Temmuz’daki girişim için de düşündüğüm budur.
İNSANLAR DEVLET BÜROKRASİNDE YER KAPMAK İÇİN YARIŞIRKEN BEN KAÇTIM
Sayın Başkan,
Hikâyem, varlığım; hakkımdaki iddia ve bunlara cevabım bu şekildedir. Buna rağmen, iddia makamınca talep edilen “silahlı terör örgütü üyeliği” mahkemeniz tarafından kabul görürse, bu bana ölümcül mağduriyetler yaşatacaktır. Malûm, idam, kişinin biyolojik hayatına son verir. “FETÖ” başlıklı soruşturmaların konusu olmak, bu soruşturmalarda hüküm almak da Türkiye’nin bugünkü gerçekliğinde, biyolojik değil ama sosyolojik ölüm anlamına geliyor. Suçun şahsiliği ve masumiyet karinesi meselesi, ne yazık ki şimdilerde sadece kitaplarda yaşıyor. Çalmadım, kimsenin hakkını gasp etmedim. İnsanlar kamuda, devlet bürokrasisinde yer kapmak için yarışırken, ben kamuya sırt dönüp sokağa/agoraya bıraktım kendimi. Memuriyetten istifa edip yayıncılığa başladığımda, annem, “Herkes devlete koşarken, sen devletten kaçıyorsun.” demişti. İlginç değil mi, o gün beni devletten kaçıran okuma ve yazma aşkı, bugün beni devlete yakalatmış durumda…
Türkiye’de doğmuş, Türkçe’de yirmiye yakın kitap yazmış birini; sanat, edebiyat ve düşüncenin büyüttüğü bir okur/ yazarı sosyal ölüme göndermek, hukukun ruhunu ve adalet duygusunu incitir diye düşünüyorum. Okuyucum, beni edebiyat ve düşünce dolayımında incelikli bir yazar olarak biliyor. Şimdi açılan bu soruşturmada terör örgütü üyesi (terörist) olmakla suçlanıyor, yargılanıyorum. Bu durumu okuyucularıma anlatmakta zorlanacağımı belirtmek isterim.
HUKUK DEVLETİN RUHUDUR
Sayın Başkan,
Daha girişte, “Devlet, hukukta köklenen bir ağaçtır; hukuk, devletin ruhudur. Devlet de, hukuk da mahkemeler üzerinden görünerek, mülkün temeli olan adâleti sağlar.” şeklinde değerlendirmem oldu. Bunu biliyor, buna inanıyorum. Terör veya terör örgütü üyeliği, şiddet ve dehşet yüklü bir tanımlama. İçtenlikle ve bütün çıplaklığıyla ortaya serdiğim hikâyemin, hakkımdaki iddiayı doğrulamadığını düşünüyorum. Bunu size göstermiş ve anlatabilmiş olduğuma inanmak istiyorum. Bitirirken bir not daha düşmek istiyorum:
Şair, kentin renkli ve kalabalık caddesinde oturmuş, bakınıyor. Gözleri iki genç sevgiliye takılıyor. Kız oğlanın, oğlan kızın gözlerine düşmüş. Elleri buluşuyor sonra sevgililerin, ilk kez kenetleniyor parmakları. Şair bu fotoğraf karşısında şu dizeyi yazıyor: “Ve birden iki el sevişme sesi duyuldu .”
Şimdi bu salona dönüyoruz. Varsayalım ki, burada/ aramızda bir şair oturuyor. Bakınıyor şair; yargılayan olarak sizin ve yargılanan olarak benim hukuk denen zeminde el ele verdiğimizi, müstesna güzellerden adâletin doğumuna çalıştığımızı görsün. Alsın kalemi eline ve şu dizeyle çıksın salondan:
“Ve birden iki el adâlet sesi duyuldu.”