Türkiye’den İtalya ve İspanya’ya gönderilen malzemelerin üzerine T.C. ibaresi yerine Cumhurbaşkanlığı Forsu kondu. Bu savrulma bir dönem İttihat ve Terakki’nin mutlak hâkimi olarak Türk siyasetinde boy gösteren Enver Paşa’yı hatırlattı.
BOLD – Koronavirüs salgınıyla mücadelede malzeme ve personel eksiği meslek örgütlerinde dile getirilen Türkiye’nin İspanya ve İtalya’ya gönderdiği yardım malzemelerinin üstünde Türkiye Cumhuriyet ibaresi değil cumhurbaşkanlığı forsu yer aldı.
TANIDIK BİR YOL HİKAYESİ
1900’lerin başında Osmanlı II. Abdülhamid’in baskıcı yönetimi altındaydı. Abdülhamid, dindarlığına rağmen kendi varlığını ve yönetim anlayışını ülkenin selameti için tek çıkar yol olarak görmekteydi. İstibdad anlayışının temelinde de bu vardı. Sultan’ın evhamlı yapısını besleyen çıkarcıların da etkisiyle ülke nefes alamaz hale gelmişti. Hür basın neredeyse kalmamıştı. Hemen hiçbir gazete çok uzun soluklu olamıyordu.
İttihat ve Terakki işte bu baskı ortamı içinde ve üstünde filizlendi. “Hürriyet” vaadi partinin kısa sürede büyümesini sağladı. Enver ve Resneli Niyazi’nin Balkanlardaki ayrılıkçı gruplara karşı başarısı ile iyice güçlenen İttihat ve Terakki hareketi sonunda 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan ettirmeyi başardı. Artık onlar “hürriyet kahramanı” idiler. Resneli Niyazi, hürriyetin ilanından sonra Balkanlara geri döndü ama Enver artık İttihat ve Terakki’nin mutlak hâkimi olarak Türk siyaset sahnesindeydi.
BÜYÜK SAVRULMA
İttihat ve Terakki tarihi için 1908’den 1913’e kadar olan dönemle sonrası farklı değerlendirilir. Ülkeyi her ne kadar padişah yönetiyor görünse de asıl güç olan parti, 1913’e kadar öncesine göre nispeten bir özgürlük ortamı oluşturur. Bunda siyasetin tabandan dizayn edilmesinin payı vardır. Herkes sesini duyurabilmektedir. Ne var ki 1913’ten sonra işler değişir.
Peş peşe yaşanan mağlubiyetler, kötüleşen ekonomik durum, kaybedilen yerlerden gelen göçmenlerin İstanbul’daki feci hali İttihat ve Terakki’nin sorgulanmasına neden olur. İktidar için tehlike çanları çalmaktadır. Fakat partinin yönetimi bırakmaya hiç niyeti yoktur. Yönetim giderek sertleşir. Abdülhamid dönemini aratacak bir otoriterlik söz konusudur. Basın yeniden sıkı bir kontrol altına alınır, muhalifler susturulur. Abdülhamid devrinin gözde sindirme mekanı Bekirağa Bölüğü yine dolup taşmaktadır. Siyasi faili meçhuller de yine bu dönemde yaşanır. İttihat ve Terakki Genel Merkezi (Merkez-i Umumi) muhaliflerini şehrin orta yerinde infaz ettirmekten bile kaçınmaz. Parti tabanına da sırt çevrilir. Artık kararlar geniş katılımla değil, merkez-i umumide dar bir kadroyla alınmaktadır. Daha doğrusu her şey Enver-Talat-Cemal üçlüsü tarafından şekillendirilmektedir demek daha doğru olur. Gerekçe hep aynıdır: Memleketin içinde bulunduğu olağanüstü hal…
SAVAŞTAN MEDET UMMAK
Birinci Dünya Savaşı’na işte bu ortamda ve Enver’in mutlak idaresi altında girilir. Daha doğrusu Enver Paşa’nın iradesiyle girmek zorunda kalınır. İlber Ortaylı’ya göre bize sığınan iki Alman zırhlısının (Goeben ve Breslau) Yavuz ve Midilli adını aldıktan sonra Rusya Karadeniz sahillerini bombalamaları Alman oyunu değildir. Bu emri verenler Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’dır.
Savaşın da etkisiyle ipler artık bütünüyle Enver Paşa’nın elindedir. Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver ülkeyi bilfiil yöneten kişidir. Padişah sadece bir gölgedir. Almanlar bu gerçeği o kadar iyi bilmektedir ki ülkeden “Enverland” (Enver’in ülkesi) diye söz edilir. Hatta savaş esnasında Almanya’dan Türkiye’ye gönderilen malzeme vagonlarının üstünde bile Enverland yazar. Tüm ülkede her şey tek bir adamın iradesine bağlanmıştır. Sonra…
Sonrası malum… Hayalleri ve çapı arasında kocaman uçurumlar olan Enver Paşa ve avanesi memleketi dört yılın sonunda Sevr felaketiyle karşı karşıya bıraktıktan sonra ülkeyi terk edip kaçarlar. Üstelik arkalarında bir asırdan beri uğraşmak zorunda olduğumuz Ermeni Tehciri gibi problemler bırakarak. Onların bıraktığı bu enkazı kaldırmak da yine gariban Anadolu insanına düşer, elbette Mustafa Kemal önderliğinde…
BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK AMA YİNE DE İZLİYORUZ
Son birkaç yıldır yaşadıklarımız işte yukarıda ana hatlarıyla ifade edilmeye çalışılan filmi yeniden izlemek gibi. Merhum Akif’in “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” dediği tarih ne yazık ki tekerrür ediyor. Koca bir ülke, üstelik artık iyi kötü bir demokrasi geçmişi olan bir ülke tek bir adamın iradesine bağlanmış durumda. Burası artık onun ülkesi! Türkiye Cumhuriyeti’nde değil “Tayyipland”da yaşıyoruz. En azından o ve avanesi öyle inanıyor.
Oysa yola böyle çıkılmamıştı. 2002’deki Ak Parti özgürlük vadederek gelmişti. İlk döneminde ortaya koyduğu performans da bu yöndeydi. Fakat 2007’den sonra işler değişmeye başladı. Ve şimdi p çok eleştirdikleri tek parti yıllarına bile rahmet okutacak derecede otoriter bir AKP ile karşı karşıyayız. Üstelik Enver’in 31 Mart’ı gibi 15 Temmuz’la kendi mitini oluşturmuş bir AKP ve Erdoğan…
İspanya ve İtalya’ya gönderilen malzeme paketlerinde T.C. ibaresi yerine cumhurbaşkanlığı forsu bulunması bu zihniyetin iradi ya da gayriiradi yansımasıdır. Bu noktaya geldiğimiz aslında bir süre önce bu yönetimin en yetkili ağızlarınca ifade edilmişti.
Nitekim Erdoğan rejiminin insafsız sopasına dönüşen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Mayıs 2019’da yaptığı bir konuşmada aklımızla alay edercesine “12 yıl önce Alevîsi ‘ben Aleviyim’ diyemezdi, Kürt’ü ‘Ben Kürdüm’ diyemezdi. Tayyip Erdoğan’ın ülkesinde bugün herkes kendisini ifade ediyor. Kimse korkmuyor, kimse çekinmiyor…” derken ülkenin artık bir totaliter rejim olduğunu da açıkça ifade ediyordu.
Oysa aynı Soylu 20 Nisan 2008’deki bir konuşmasında Erdoğan’ı “Bu ülkenin herkese çatan ve kaos yaratan bir Başbakanı var ki, akşam evine gittiğinde karısına ve çocuklarına boynu bükük kalan esnafın, çiftçinin yerine kendini koymuyor.” sözleriyle ağır biçimde eleştiriyordu. 2014’te geldiği nokta ise “Allah şahittir ki şu bütün bedenim kan gölüne dönse de Tayyip Erdoğan’dan ayrılmayacağım.” olmuştu. Nerden nereye değil mi?
Soylu’nun “Erdoğan’ın ülkesi” ifadesinden birkaç ay sonra 10 Aralık 2019’da Dünya İnsan Hakları Günü Programı kapsamında Bilkent’te yaptığı konuşmada AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan; İngiltere, Fransa ve Almanya ile yapılan zirveden “İngiltere Almanya Fransa ve şahsım, dörtlü zirve yaptık” şeklinde söz etti. Erdoğan kendini Türkiye olarak görüyordu. Bu, kesinlikle bir dil sürçmesi değil inandığı/inandırıldığı düşüncedir.
Bir ülkenin çöküşünün en hızlı yolu her şeyin tek bir adama bağlanmasıdır. Böylece o adam çöktüğünde –er ya da geç hepsi çöker- ülke de çöküş yaşar. Irak’ta, Mısır’da, Libya’da yaşanan budur.
Enver’in tek adam olması ve her şeyin ona bağlanması ülkeyi felakete sürükledi. Şimdi Türkiye artık Tayyipland… Peki o çöktüğünde ne olacak? Nasıl bir felaket senaryosuyla karşı karşıya kalacağız? Ayak sesleri iyiden iyiye duyulmaya başlayan bu sonu engellemenin bir yolu var mı? Bütün bir ülkenin ve belki gelecek birkaç neslin kaderini belirleyecek sorular bunlar işte!