BOLD – İsveç Kralı III. Gustav, 1772 yılında kendi yönetimi altındaki İsveç’in parlamentosuna kendi planladığı bir darbe gerçekleştirdi. İskandinav bölgesinin Özgürlükler Çağı’nı sona erdiren ve mutlak monarşiyi geri getiren bu darbe, yakın tarihte bilinen ilk “kendi kendine darbe” ya da “öz darbe” olarak kayıtlara geçti.
“Kendi kendine darbe” terimi; bir ülke ya da devlet liderinin, iktidara demokratik yollarla gelmiş olmasına rağmen, ülkenin yasama organını feshederek ya da güçsüz bırakarak, kanuna aykırı düzeyde güç sahibi olduğu bir ayaklanma ya da darbe ve darbe girişimi olarak tanımlanıyor.
SPARTA İLE BAŞLADI, YÖNTEM HİÇ DEĞİŞMEDİ
Tarihte yüzlerce örneği olan bu darbe çeşidini milattan önce 227 yılında Sparta Kralı III. Cleomenes’e kadar götüren tarihçiler var. Ama en bilinen örnekleri arasında demokratik olarak seçilmiş cumhurbaşkanı olmasına rağmen 1851’de Fransız parlamentosuna karşı darbe gerçekleştirerek diktatörlük rejimi kuran ve kısa süre sonra Fransa İmparatoru olan Napolyon Bonaparte bulunuyor. Alman Parlamentosu’na kendi planladığı yangınla “dış mihrakları hedef göstererek” hem muhalifleri etkisiz hale getiren hem de bu sözde darbe girişimi ile mutlak güce sahip olan Alman diktatörü Adolf Hitler de en bilinenler arasında.
Klasik askeri darbeler, yeni lideri göreve getirmek için güç veya kuvvet tehdidinin kullanıldığı, bir yöneticiden diğerine hızlı ve düzensiz bir güç transferinin yaşandığı yönetim değişiklikleri olarak tanımlanıyor.
ANAHTAR YÖNTEM DAHA FAZLA YETKİ SAHİBİ OLMA
Kendi kendine darbe ise, usulüne uygun olarak seçilmiş bir yönetici, yasama ve yargıyı askıya aldığında veya sivil özgürlükleri gerilettiğinde ve bazen de kendi kurallarını uzatma niyetiyle anayasayı ihlal ettiğinde meydana geliyor. Peki başarılı bir kendi kendine darbenin anahtarı ne? Bir yönetici fırsatçı bir şekilde olağanüstü hâl ilan etmesi ve daha fazla yetki elde etmek için olağanüstü yetkiler kullanması.
Kısaca, bu tür bir darbenin karakteristik özellikleri; darbeyi gerçekleştiren kişinin yasalara uygun şekilde seçilmiş olması, yargı ve yasamanın ve anayasanın askıya alınması veya tamamen etkisiz ve işlevsiz hale getirilmesi, sivil hakların yok edilmesi veya kısıtlanması, darbe veya darbe girişimi sonrasında olağanüstü yetkilere sahip olması şeklinde sıralanabilir.
BİR VAKA ÖRNEĞİ OLARAK 15 TEMMUZ
15 Temmuz 2016’da gerçekleşen sözde darbe ya da darbe girişimi, kendi karakteristikleri bakımından dünyadaki diğer birçok “kendi kendine darbe” ile benzerlikler taşıyor.
Öncelikle ülkenin yöneticisi değişmedi. Güç kaybı yaşamanın aksine yetkileri ve hakimiyeti orantısız şekilde arttı. Ülke uzunca bir süredir yetkisiz bir şekilde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yönetiliyor. Bu “yönetim değişikliğinin” en bariz örneği ise rejim değişikliği oldu.
DAHA FAZLA GÜÇ GETİREN VE YASAMAYI DEVRE DIŞI BIRAKAN REJİM DEĞİŞİKLİĞİ
Daha önce birçok kez başkanlık sistemine karşı çıkmış bir isim olan MHP Genel Başkanı Bahçeli, 15 Temmuz’dan sadece 3 ay sonra sürpriz bir çıkışla “rejim değişikliği” teklifini meclise getirmesi için hükumete çağrı yaptı. Bu çıkışla başlayan sürecin nihayetinde “Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi” adlı başkanlık sistemi Ocak 2017’de mecliste kabul edildi.
Değişiklik referanduma götürüldüğünde kimse ne oy isteyenler ne de oy verecek olanlar, değişikliğin ne olduğu ile ilgilenmedi, bunları dile getirmedi. Konuşmaların neredeyse tamamı 15 Temmuz retoriği ile doldu. Bu seçim sonunda Türkiye’de parlamenter demokrasi ortadan kalkarken, yürütme gücünün tek bir kişide toplandığı fiili başkanlık sistemi başladı. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kararnamelerle ülkeyi yönettiği yeni bir devir başladı.
İktidarın tek elde toplanmasının bir diğer önemli göstergesi ise, Türkiye’de önemli bir güç merkezi olan ordunun, tamamen kontrol altına girmesi oldu. 15 Temmuz bahane edilerek orduda gerçekleştirilen tasfiye işlemlerini, sembolik bir adım olarak, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması izledi.
YARGI BAĞIMSIZLIĞINI YİTİRDİ
15 Temmuz’dan hemen sonra 4 bin 500’den fazla hâkim ve savcı KHK’larla görevlerinden uzaklaştırılırken bunların büyük çoğunluğu da tutuklandı. Anayasa Mahkemesi dahil yüksek yargının büyük çoğunluğunun atanmasında Erdoğan ve AKP belirleyici rol oynadı.
Adalet sisteminde yaşanan bu ciddi gelişmeler “yargı, yürütmenin etkisine girdi” diye yorumlandı. Ya da kendi kendine darbenin bir diğer özelliği ile tanımlanırsa “yargı ve yasamanın ve anayasanın askıya alınması veya tamamen etkisiz ve işlevsiz hale getirilmesi” bir gerçeğe dönüştü.
Avrupa Birliği, 2019 yılındaki bir raporunda “Cumhurbaşkanlığı sistemi yürütmeyi tümüyle kontrolü altına aldı ve kamu yönetiminde önemli atamaları kendisine bağlayarak, kamu idaresini siyasallaştırdı. Yasama kurumu Parlamento zayıflatıldı. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ciddi biçimde yara aldı.” ifadelerini kullandı.
SİVİL ÖZGÜRLÜKLER VE MEDYA KISITLAMALARI
15 Temmuz’un ardından çok sayıda “muhalif” medya kanalı ya kapatıldı ya tasfiye edildi ya da yönetimi “iktidara yakın” kişilerin eline geçti. OHAL döneminde KHK’lar ile 200’den fazla medya kuruluşu kapatıldı. Kayyımlık uygulaması, muhalif sesleri kısmak için kullanıldı. Çok sayıda sivil toplum kuruluşu kapatıldı. Basın özgürlüğü ağır bir darbe aldı.
Sivil hakların kısıtlanmasının ardından ABD merkezli Freedom House (Özgürlük Evi) yıllık Dünya Özgürlükler Raporu’nda Türkiye için “artık özgür bir ülke değil” ifadesini kullandı. Bu raporlara göre medyanın, iktidarın kontrolüne girmesinin sebeplerinden başında basına artan baskı ve tehditler geliyor. Medya sahipliğinde yaşanan değişiklikler ile iktidarın kontrolü en üst noktaya ulaşırken, en bilinen örnek ise Doğan Grubu’nun medyadan çekilmesi bu grubun tüm basın organlarını devlet bankasından krediler ile Demirören Grubu’nun alması oldu.
YAKIN COĞRAFYA’DAN BİR ÖRNEK: MÜSLÜMAN KARDEŞLER
Kendi kendine darbe ya da darbe girişimi, askeri ve siyasi diktatörlerin bolca bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında da oldukça fazla sayıda yer alıyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler Hareketi ile iktidardaki yöneticiler arasında yaşanan gelgitler, 1954’te Cemal Abdünnasır döneminde yaşandı.
Müslüman Kardeşler (İhvan), Mısır’da dayandığı büyük toplumsal ve siyasi güç nedeniyle hiçbir lider tarafından görmezden gelinememiş, liderler bir yandan böylesine büyük bir yapıyı arkasında görmek isterken bir yandan da tehdit olarak algılamış ve yasadışı ilan edilmiş bir hareket olarak dikkat çekiyor.
Hareket, Mısır’daki her dönemde, önce yönetimin desteğe ihtiyaç olduğu başlangıç safhalarında bir serbestiyet dönemi yaşamış, ardından yönetimin ya da liderin güçlenmesiyle tehdit ve muhalefet olarak tanımlanmış ve en son da bir baskı dönemini yaşamıştır.
Kral Faruk iktidara geldiğinde Müslüman Kardeşler Hareketine izin vermiş, iktidarın sonlarına doğru baskı uygulamıştır. Ardından gelen Cemal Abdünnasır ilk yıllarında hareketi desteklerken, sonrasında tecrit ve baskı uygulamıştır. Mısır’ın takip eden liderleri Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek de hemen hemen aynı yöntemi izlemiştir.
BAŞARISIZ(?) BİR SUİKAST GİRİŞİMİ VE MİHNE DÖNEMİ
Müslüman Kardeşler’in bu inişli çıkışlı sürecinde 15 Temmuz’u andıran bir olay, Cemal Abdünnasır döneminde yaşandı. Abdünnasır, iktidara geliş sürecinde hem Hareket’i destek vermiş hem de ondan destek almıştı. Ancak temelde Hareket’in düşüncesine tamamen zıt olan Abdünnassır’ın, Hareket’i karşısına alması uzun sürmedi.
19 Ekim 1954’te Abdünnasır’a karşı bir suikast girişimi düzenlendi. Askeri eğitimi olan bir kişi, bir tören sırasında yaklaşık 7 metreden nişan alarak Abdünnasır’a sekiz el ateş etti. Ancak bu kurşunların hiçbiri ona isabet etmedi.
Bu olay, Nasır’ı halk nezdinde bir kahramana dönüştürürken, İhvan’ı bitirmek için gereken kozu kendisine verdi. İhvan için yıllarca sürecek olan baskı döneminin fitili ateşlenmiş oldu.
Takip eden süreçte on binlerce İhvan üyesi hapse atıldı, İhvan’a karşı bir itibarsızlaştırma kampanyası başlatıldı, İhvan’ın Siyonistlerle ve İngiltere ile (dış mihraklar) iş birliği yaptığı iddiaları dillendirildi. Carl Brown’un ifadesiyle Ortadoğu uzmanları “İhvan” diye bir yapının varlığını neredeyse unuttu. Mısır’da kalan İhvan üyelerinin büyük kısmı hapsedilirken, çok sayıda üyesi de yurtdışına gitti.
Müslüman Kardeşler, Nasır döneminde yaşadığı baskı ve eziyetlere, dokuzuncu yüzyılda Abbasi halifelerinin başta Ahmed bin Hanbel olmak üzere din âlimlerine uyguladığı zulme referansla “Mihne” adını verdiler.
Özetle; 15 Temmuz’da Türkiye’de yaşanan hadise ve devamındaki gelişmeler; ortaya çıkışları, meydana geliş şekilleri ve sonrasında yaşananlara bakınca “kendi kendine darbe” tanımının karakteristikleri ile büyük oranda benzerlik taşıyor. Yakın coğrafyada Müslüman Kardeşler’in başına gelenlerle kıyaslandığında ise baskı ve zulüm dönemi olarak adlandırılan Mihne’yle karşılaştırmak mümkün.