ORHAN KAYA | BOLD ÖZEL
İngiliz Ceza Avukatı Kevin Dent, akademisyen Dr. Emre Turkut ve Brüksel Barosu’na kayıtlı avukat Ali Yıldız, 15 Temmuz girişimi sonrası Türkiye’de rayından çıkan hukuk sisteminin ürettiği iddianameleri masaya yatıran bir rapora imza attı. İtalya İnsan Hakları Federasyonu tarafından yarın yayınlanacak ‘Sınırsız Savcılık Takdir Yetkisinin Tehlikeleri: Darbe Sonrası Türkiye’de Terör Suçlarının Kovuşturulması’ başlıklı raporda, Gülen Hareketi üyelerine 81 ilde açılan davalardaki 118 iddianame incelendi. Rapordaki verilere göre 118 davanın 78’inde hukuken tartışmalı ByLock, 64 davada Bank Asya hesabı, 28 iddianamede ise sohbete katılmak gibi iddialar suç olarak gösterildi. 50 iddianamede ise kimliği açıklanmayan gizli tanıkların ifadesi bulunuyor.
Dr. Emre Turkut, Berlin’de bulunan Hertie School’da Temel Haklar Merkezi’nde post-doktora araştırmacısı olarak görev yapıyor ve insan hakları hukuku alanında çalışmaları ile tanınıyor. Turkut ile raporu ve Türkiye’deki mevcut yargılamaları konuştuk.
Türkiye’de özellikle Gülen Hareketi davalarında kullanılan iddianameleri neden incelediniz?
“2016 darbe girişiminden bir süre önce de Gülen Hareketine yönelik devletin tedbirleri mevcuttu…Darbeden sonra da Gülen Hareketi’ne karşı alınacak yasal tedbirler konusunda belli kriterler ortaya çıktı. Örneğin ByLock, Bank Asya, Zaman Gazetesi’ne abone olmak, Gülen Hareketi’ne bağlı kurumlarda çalışıyor olmak gibi bazı kriterler getirildi. Biz de uygulamada bu kriterlerin nasıl ortaya çıktığını tespit etmeye çalıştık ve 81 ilden 118 iddianameyi inceledik
MAHKEMELER KORKU İKLİMİNDE HUKUKTAN UZAK KARARLAR VERİYOR
İncelediğiniz iddianamelerde ne gördünüz, hukuka uygun muydu?
Türkiye adli organlarının Gülen Hareketi üyelerini yargılarken kullandığı 18 temel kriter var. ByLock, Bank Asya hesabı, Zaman gazetesi aboneliği gibi. Raporun büyük kısmı bunların genel analizi. Hukukta savcının iddianamesi nihai karar değildir ama nihayetinde savcı, devletin gücünü temsil ettiği için mahkemeler de bu korku ikliminde hukuktan uzak kararlar veriyor.
Raporun ana sonuçları var. İddianameler Türkiye’deki yargılama usullerine uymuyor. Ceza Muhakemesi Kanunundaki çok basit kriterlere dahi uymadığını gözlemledik. Örneğin madde 170’te suçun nerede ve ne zaman işlendiği iddianamede yer almalı. 118 iddianamede gördük ki, aynı suçla yargılanan insanlarda dahi, suçun nerede ve ne zaman işlendiğine dair farklılar var. Kimi iddianamelerde 17-25 Aralık’ta suçun işlendiği, kimi iddianamelerde ise 15 Temmuz 2016‘da işlendiği ya da daha sonrasında farklı tarihlerde işlendiği bilgileri var. Polis sizi gözaltına alıyor sonrasında savcı kimi iddianamelerde mesela suçun İzmir’de işlendiğini kimilerinde ise suçun Muş’ta işlendiğini iddia ediyor. Temel standartlarda standartsızlık sözkonusu.
DELİL OLMAYINCA MİT’İN GÖNDERDİĞİ BİLGİLERLE KARAR VERİLİYOR
Peki mahkemeler delillere bakarak mı karar veriyor?
İkincisi; bir savcı iddianamede bir suçun işlendiği konusuna bakarken gözönüne aldığı dellilerle suçu işleyenle bağını ortaya koyması lazım. Oysa ki iddianamelerde illiyet bağı yoksunluğu var. Örneğin yargı organları, ByLock’un tam içeriğine hakim değiller. İddianamelerde istihbari raporlarla karar verildiğini gördük. Elde delil olmayınca ByLock kullanıyor. Normalde Savcı polisle jandarmayla kollukla araştırma yapar. Ama ByLock’la ilgili delil olmayınca MİT’in gönderdiği bilgilerle karar veriliyor. MİT, onlara ne gönderiyorsa onunla karar veriyorlar. Temel olarak şöyle bir sorun var: İşlendiği iddia edilen suçla, suçu gösteren deliller arasındaki bağlantı çok zayıf. Bu çok önemli bir tespit. Sadece bu tespit bile iddianamelerin içinin boş olduğunu gösteriyor. Hukukun üstünlüğünün, demokrasinin ve insan haklarına saygının olduğu ortalama bir ülkede böyle iddianamelerin mahkemeler tarafından reddedilmesi lazım.
Başka bir bulgumuz da şu. Savcı, soruşturmada sanığın hem lehine ve hem de aleyhine dellileri toplaması lazım. Bizim incelediğimiz 118 iddianamede neredeyse istisnasız şekilde diyebilirim sadece aleyhe delillerin olduğunu görüyoruz. İddianamelerin tarafsız ve objektif oluşuyla ilgili çok ciddi sorunlar bulunuyor.
İDDİANAMELER, KOMPLO TEORİLERİYLE BEZENMİŞ METİNLER
Bunların ötesinde açıkçası komplo teorileriyle bezenmiş, ağır hukuki dilin kullanıldığı metinler dikkatimizi çekti. Bu yeterli delil olmadığının göstergesi. Bu sadece Gülen Hareketi yargılamalarında özgü bir durum değil bunu Türkiye’de alışılagelmiş bir savcılık stratejisi olarak algılayabiliriz. Ergenekon ve Balyoz davaları, Tahşiye davaları, Selam Tevhid davaları 15 Temmuz sonrası Osman Kavala davası da bunun bir örneğidir. Türkiye’yle ilgili uluslararası bir networkün karar aldığı, bu networkün belli işler yapamaya çalıştığı gibi… Kavala davasında Gezi olaylarıyla ilgili iddialar bunun bir örneği.
SAVCILAR PARALEL BİR GERÇEKLİK HİKAYESİ YAZIYOR
Örneğin bir dolar hikayesi. AKP yanlısı medyanın ortaya koyduğu komplo teorisine göre Gülen Hareketi üyelerinin evinde 1 dolarlık banknotlar çıkıyor ve paranın üzerindeki numaların kişinin örgüt içeresindeki yerini gösteriyor… Bunu hangi delille ortaya koyuyorsunuz? Gerçekten Gülen Hareketi’nin içerisinde konuşulmuş bir şey var mı. İsmi Fethullah olan kişilerin isim değiştirmeye zorlanması, FG plakaların komplo teorisinin parçası haline getirilmesi gibi örnekler de bu durumu en yalın şekilde ortaya koyuyor. Bunlar realiteden kopuk, asla iddianamede olmaması gereken konular. Raporda bunun üzerine çok düşemedik. Ortalama zekaya sahip insanlara anlattığınızda komik gelen şeyler. Opus Dei’nin Moon tarikatının Gülen’le işbirliği gibi iddianamelerde yüksek sayıda komplo teorileri olduğunu gördük. Büyük resmi göstermeye çalışıyor savcılar. Savcıların görevi adaleti sağlamak, böyle bir adalet sağlanamayınca ağır hukuki dille komplo teorilerine sığınarak paralel bir gerçeklik oluşturma hikayesi var. Bu bulguların hepsi delil yetersizliğinden kaynaklanıyor.
GARSON KOD İSİMLİ MEŞHUR BİR GİZLİ TANIK VAR
2016 sonrası davaların birçoğunda gizli tanık var. Garson kod isimli meşhur gizli tanık var. Gülen Hareketi’ne yakın bir isim olduğu sıklıkla dillendiriliyor. İddianamede delil yetersizliğinden Garson, Venüs gibi birçok kod isimle gizli tanık yöntemlerine başvuruluyor. Sanık, gizli tanığın kim olduğunu bilmediği için gizli tanığın doğru söyleyip söylemediğine nasıl bakacağız? Bu adil yargılamayı ihlal eder. Delillerin yetersizliğinden sadece Gülen Hareketi yargılamalarında değil, 2016 sonrası başlayan büyük siyasi davalarda da gizli tanıkların kullanıldığını görüyoruz. Mesela Selahattin Demirtaş’ın davasında da Venüs isimli bir gizli tanık var. 118 farklı davada gizli tanıklık yapmış. Böyle de mahir birisi. Sonra da ifadesini reddetti.
İddianamlerde ne tür somut hukuksuzluklar var?
118 iddianamenin 78’inde sanıkların ByLock kullandıklarına dair bir iddia var. ByLock’un ele geçirilişi çok tartışmalı. Yasaya aykırı şekilde, yasal süreçler işletilmeden istihbari süreçlerle elde edilmiş bir bilgi. MİT bunu download etti ya da kaçırdı. Bu datayı mahkemelerle paylaştı. Mahkemenin bakacağı şey sonradan bu delile bir şey eklendi mi eklenmedi mi? Buna bakması lazım. İnsanlar ByLock’tan dolayı 6 yıl 3 ay 8 yıl 1 ay ceza aldılar. AİHM’nin Yalçınkaya dosyasında bunlar görüşüldü. Yakında karar verilecek. Ortalama bir hukuk devletinde ByLock’un delil değeri yoktur.
BYLOCK’UN DELİL DEĞERİ YOK
SKYECC ve Encrochat isimli iki aplikasyon var. Bakın analoji yapıyorum. ByLock’u Gülen Hareketi kullandı diyelim. Gülen Hareketi yasal ve meşru bir yapı. Encrochat’i ise uyuşturucu kaçakçılğı yapan kişiler kullanmış. Encrochat’i Avrupalı polisler hackliyor. İtalyan ve Fransa yüksek mahkemeleri bu hacklemenin nasıl yapıldığını, sadece istihbari süreçlerle mi yapıldı yoksa savcılığın izniyle mi yapıldığı konusunda karar verdi. Birçok mahkeme, bu delillerin hukuka aykırı olduğuna hükmetti. Eğer sonradan bir şey eklediyseniz bu delilin tümü çöp olur. Bu açıdan ByLock’un delil değeri ortalama bir Avrupa ülkesinde neredeyse hiç yoktur. Bank Asya meselesi, devletin özel izniyle kurulmuş bir banka. Bu türden delillerin kullanılmasından dolayı son yıllarda uluslararası insan hakları kurumları, örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Birleşmiş Milletlerin de ilgili organları çok sayıda ihlal kararı verdi. AİHM, ByLock ve Bank asya konusunda ihlal kararları verdi. Taner Kılıç davasında da ihlal kararı verdi. Zaman Gazetesi aboneliği, çocuğunu okula gönderme gibi suçlamalar var. Bunların hiçbiri suç değil.
GÜLEN HAREKETİ’NE KARŞI POLİTİK SAVAŞ VAR
Bu 18 kriterin temelinin olmadığı, somut delillerin de olmadığını gösteriyor. Gülen Hareketi üyelerini sadece Gülen Hareketi üyesi olduğu için cezalandırdığınız ortaya çıkar. Hakeza Kürt hareketi üyeleri için de aynı durum sözkonusu. 118 davanın 78’inde ByLock 64 davada Bank Asya hesabı delil olarak konulmuş. 50 iddianamede gizli tanık ifadesi var. Gizli tanık teknik olarak adil yargılanma hakkının ihlali demek. Hukukun üstünlüğünün olduğu ülkelerde olmayacak davalar. Bu bir delil yetersizliğini gösteriyor. İki, delil yetersizliğiyle insanları kriminalize ederseniz insanlığa karşı suç işlersiniz. Bu konu hukuki süreçlerin ötesinde Erdoğan Hükumeti’nin Gülen Hareketi’yle politik bir savaşı olduğunu gösteriyor. 28 iddianamede sohbete katılmak suçmuş gibi gösterilmiş. Ama iddianamelerde bu sohbetlerde ne konuşulduğuna dair bilgi yok. Örneğin darbe mi konuşulmuş? Böyle bir delil yok. İddianamede sohbetler Gülen Hareketi’ne insan kazandırma faaliyeti diyor. Suça ve şiddete açıkça destek vermedikçe insanlar istedikleri ortamda, istedikleri şekilde toplanabilirler. Bu temel bir insan hakkı. Aksi bir grubu kriminalize etme anlamı taşır. Temel yasaları uluslararası standartları ihlal eden yargılamalar var.
Raporun muhatabı özellikle Türkiye’deki hukuksuzluklara çözüm bulması gereken AİHM ve BM gibi uluslararası kuruluşlar. Uluslararası camianın bu raporu dikkate alacağını düşünüyoruz. Binlerce sayfa tutan iddianameleri inceledik. Hukuki başvurularda kullanılabilecek bir rapor hazırladık
Türkiye’de KHK’larla 130 bin insan ihraç edildi. 2 milyon insan soruşturma geçirdi.
2016 sonrası Türkiye’de olağanüstü hal rejimi var. Bu tür dönemlerde hukuki standartlar askıya alınır. Örneğin Türkiye’de gözaltı süresi normalde bireysel suçlarda 24 saat, örgütlü suçlarda 4 gündür. Ama OHAL sürecinde 30 güne çıkmıştı. 2016 sonrası dönemde Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar otoriter bir devlet haline geldi. Hiç olmadığı kadar muhalif sesleri yok etti. Türkiye tarihinde zorla kaçırmaların bu seviyede olduğu bir dönem olmadı. 1990’larda tek tük örnekleri vardı. 2016 sonrası 100’ün üzerinde yurtdışından zorla kaçırma hadisesi var. Türkiye içinde kaçırılan Yusuf Bilge Tunç gibi insanlar var. Türkiye’de hukuka aykırılığın tavan yaptığı başka bir dönem hatırlamıyorum.
İş o kadar büyük ki, sıradan işten atılmalar değil. Topyekün bir mücadele var Gülen Hareketi’yle, siyasi bir plan olduğu kuşkusuz. Eğer böyleyse tüm bu hukuksuzlukların insanlığa karşı suç oluşturma ihtimali hiç azımsanmayacak kadar yüksek. Bu kadar insanı haksız tutukluluğun olduğu bir yerde bunun bir devlet politikası sonucu gerçekleştiğini söylemek mümkün.
KHK’LAR OLAĞAN REJİME ENTEGRE EDİLDİ
KHK rejimi 1980 ve 90’larda da terörle mücadele aracı oldu. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL döneminde 32 KHK çıktı. Terörle Mücadele gibi kanunlarda yapılan değişikliklerle OHAL sistemi olağan rejimin içine entegre edildi. Yapısal sistematik bir sorun haline geldi. Büyük bir devlet gücü kullanımı var. Uluslararası kurumların tespit ettiği gibi insanlığa karşı suç oluşturabilir. Bunun önüne geçmemiz gerekiyor. Af tartışmaları da büyük hukuki sistematik krizleri nasıl çözeriz sorunudur. OHAL teknik olarak kaldırıldı ama KHK’lar teknik olarak kalkmadı. KHK’lar Cumhurbaşkanı kararlarıyla uygulanmaya devam ediyor. KHK’lar hâla hayatımızda yaşıyor. Devlet gücünün kullanımının tavana çıktığı dönemler olduğu için her KHK pratik oluşturur. İşten atılma pratikleri mesela. Örneğin güvenlik soruşturması meselesi. Siz KHK döneminde irtibat ve iltisak diye işten attınız. OHAL kaldırıldı şimdi ihraç ettiğiniz kişiyi güvenlik soruşturmasıyla işe almıyorsunuz. 2016’dan sonraki KHK rejimini benzerlerinden ayıran şey budur. Devletin gücü tavan yaptı ve tamamen yasal süreçlerin parçası haline geldi. Burada genel konu AKP rejiminin ve Türkiye’nin otoriterleşmesidir.
AF, TOPLUMSAL BARIŞI TEKRAR NASIL SAĞLARIZ TARTIŞMASIDIR
Terörle irtibatı olduğu iddiasıyla soruşturması olan belediye başkanlarının görevden alınması ve İçişleri Bakanlığı tarafından kayyım atanması meselesi. OHAL’le geldi ama olağan dönemde de uygulanıyor. OHAL heyula gibidir tüm olağan halleri kendine benzetir. Nasıl çözeceğiz? Üç beş günde çözülecek mesele değil. Bütün konu Türkiye’nin demokratikleşmesi, yeni bir hükümetin gelmesi. Bu toplumsal barış meselesi. Bunu tüm yönleriyle düşünmemiz gerekiyor. 150 bin insanı işine iade edince sorun çözülmüş olmuyor. Afla ilgili tartışmalar tekrar toplumsal barışı nasıl sağlarız tartışmasıdır. Tırnak içinde devlet babanın mağdurları affetmesi gibi. Siz bana karşı suç işlediniz ama ben devlet babayım elimizi öpün ve sizi affediyorum gibi. Aslında bu, biz devlet olarak yasal standartların dışına çıktık. Büyük bir enkaz bıraktık. Çok büyük hatalar yaptık ve bu hatalardan nasıl döneriz? Genel af, bu anlama da geliyor. Cezaevlerindeki tutukluların büyük bir bölümü siyasi tutuklulardan oluşuyor. Türkiye’de hala yüzlerce çocuk cezaevlerinde büyüyor. Bir çok hasta çocuğun anne ve babası cezaevlerinde. Türkiye’nin hukuk enkazı olduğu dönemlerde genel af tartışmaları vardır. Hukuk uygulansa böyle bir tartışma olmaz.”